6 Temmuz 2023 Perşembe

Kırık.

 Şu son 4-5 ayım nasıl geçti bilmiyorum gerçekten, başkalaşım geçirmiş gibi hissediyorum. Kağıt kesiğini bilir misiniz? Aslında kestiğinde acıtmaz, olay kesildikten sonra başlar. Bant da taksanız, sarsanız da o acı hep sürekli kendini hissettirir. Kanamaz, kendini belli etmez ama hep bi acı verir geçene kadar. İşte burada anahtar kelime "geçene kadar". Geçmiyor. Yani o kadar çok çabalıyorum ki aklımdan çıkman için, sırf aklıma gelme diye odama dahi giresim gelmiyor ama geliyorsun bir şekilde. Geçen gün bana verdiğin tokayı buldum, evet bu sefer gerçek olanı. Nasıl buldum? Seninle en son buluştuğumuzda giydiğim gömleğin içinden çıktı, oturup düşündüm ne zaman olduğunu. 


Acıttı, evet gerçekten çok acıttı ve bunun için yapabileceğim hiçbir şey yok. Ne seni görebileceğim ne de tekrar beraber olacağız. Belki de acıtan budur? bilemiyorum Altan bilemiyorum.

Bu blogda kendimi rahatlamaya çalışıyorum, ne bileyim saçma sapan şeyler deniyorum ama olmuyor. Sırf sen sevmiyorsun diye sakal bırakmıyordum, sen gittiğinden beri sakal bırakmıştım. İçimde hep " o dönene kadar sakal bırakacağım" diyordum. Gelmeyeceğini, dönmeyeceğini anladığım zaman kestim. Garip hissediyorum demiştim ya, bazı şeylerin değerini elinden gidince anlıyorsun işte, bu çok kötü bir şey.


Şuan bana hissediyorsun diye sorulsa kesinlikle " Kırık" derdim. Kırgın yada kırılmış değil. "Kırık."


Kendimi bok gibi hissediyorum ve bu his her geçen gün daha da derinleşiyor. Aslında anlam vermediğim, belki de sevmediğim şeyleri seninle sevmişim gibi hissediyorum. Ankara'yı sevmezdim mesela, Ankara'dan kastım şehrin kendisi değil, bazı şeyleri. Seninle sevdim. Boş zamanlarımda kimseyle görüşmek istemezdim, seninle görüşmek için boş zaman yaratmıştım.


Şimdi daha çok boş zamanım var ama sen yoksun. Kendimi resmen bir boşluğa çekilmiş gibi hissediyorum ve çıkacak dermanım yok. Kimseden de çıkartmasını istemiyorum gerçi. Ben belki de bu boşlukta olmayı hak ediyorumdur.

24 Mayıs 2023 Çarşamba

Sadece Seni.

 Uzun zamandan beri buraya yazmıyordum, şöyle bir baktım 4 sene olmuş. 4 seneden beri bir bok olmadı bende. Ne tam olarak sevdim ne de sevildim. Hep bir yerlerim eksik kaldı. Tam seviyorum derken gittiler, tam seviliyorum derken gittiler. Giden gidiyor işte ne yaparsan yap.

Mesela birinin kokusuna alışıyorsun, gülümsemesine, sarılmasına, öpmesine. Taak gidiyor ve sen göt gibi ortada kalıyorsun.


Daha sonra onca anı, onca yaşanmışlıkla ortada kalıyorsun. Mesela küçük şeyler var, ufak bir an ufak bir şey, onlar aklıma geldiği için günüm ziyan oluyor. Onunla paylaştığım yaşama alanında hayatımı idame ettirmek beni çok zorluyor. Her yerinde onun izleri var çünkü. Nereye baksam onun yaşadığım şeyler aklıma geliyor.


Normalde bunları bir çırpıda silecek olan ben, 2-3 aydır bunları silemiyorum. Resmen her an her dakika aklıma getirip kendime eziyet çektiriyorum.


Pişmanlık? evet çok var. Ona onu ne kadar sevdiğimi, ne kadar benimsediğimi gösteremedim. Bunları görmesini yaşamasını isterdim.

Daha fazla öpmek isterdim mesela, daha fazla sarılmak. 

Bazen saçma sapan bir şeyi bile onunla yapmak istediğim geliyor aklıma hep. Bu yaşta da bunları düşünmezsin be  Emre derken kendimi bunları düşünürken buluyorum.


Sonuç? Bu gri şehirde görünen tek renkli varlığı kaybettiğimle kalıyorum.

25 Haziran 2019 Salı

Zaman Geçiyor.

Bu blogu açalı tam 10 sene oldu. 10 sene önce bu yazıları yazmamı sağlayan güç, kaybettiğim, sevdiğim birisiydi. 10 sene önce tam bugün ve bu saatlerde sevdiğim insanı bir daha görmemek üzere bıraktım.

O günden beri hiçbir şey eskisi gibi olmadı benim için. Hep dibe battım, debelendikçe daha da battım. 

Bir süre sonra debelenmeyi bile bıraktım, kim beni nereye sürüklerse oraya gittim. Çok büyük hatalar yaptım ama canım acımadı. 

İşte insanı insan yapan bu. Hata yapmak, yaptığı hatalardan ders almak. Ben dersimi aldım. O günden beri kimseyi sevemedim. Kimseye güvenemedim.

10 sene diyoruz ya, dün gibi geliyor. Zamanın böyle bir olayı var. O anı yaşarken her şey çok zor gelir ama aradan zaman geçince nasıl geçmiş bu dersiniz.

Eee hayat bu işte. Bir hiç uğruna yaşıyor, ölüyor ve öldürüyoruz.  Hayatta kalabilmek için bunları hepimiz yapıyoruz.

Bazı zamanlar bu hayatı yaşamıyor hissiyatını kapılıyoruz. Sanki başkası bizi kontrol ediyor ve o yönlendiriyor gibi. Bu his peşimi hiç bırakmadı. Verdiğim kararları, veremediğim kararları düşününce o kadar bariz görünüyor ki.

Bizler arada kaldık. Bazı nesiller vardır, zor zamanlarda yaşadılar, büyüdüler. Biz zor zamanlar görmedik. Biraz şımarık büyüdük ve hayata bakış açımız tamamen farklılaştı. Şöyle bir şey  okumuştum  ;

"Eskiden insanlar intihar edecekken kalplerine sıkarlarmış kurşunu, şimdi herkes kafasına sıkıyor"

Aradan geçen yıllarda gerek toplum gerek kişisel olarak değiştiğimizin en büyük kanıtı. Duygulara asla yer yok, beynimiz bize hükmediyor. Binlerce yıllık insan evriminde gelinen son nokta mu sizce de?


Kalbimize mi beynimize mi söz geçireceğiz bilemiyoruz. Yine çok sevdiğim latince bir söz var ;"

"Memento mori memento te hominem esse" yani " bir gün öleceksin, bunu hatırla ve şimdi yaşa "


Yarın ölmeyecek gibi yaşıyoruz, pişmanlıklar bir yakamızda, sorumluluklar bir yakamızda. Aslında bunlardan kurtulursak tüy gibi olacağız ama, kurtulamıyoruz. O klasik yaşam döngüsü bizi içine çekiyor " doğ, büyü, oku, mezun ol, iş bul, evlen, çocuk yap" 

Bu döngü bizim hayatımızı mahvediyor. Bunları yapmayanlar, yapmak istemeyenler ise bir şekilde sisteme dahil ediliyor.


Ben bunların hiçbirini yapmak istemedim. Hala da istemiyorum. Neden ısrarla toplum bizden bunları yapmamızı istiyor? 

Neden milyonlarca insan, çiftleşmek için binlerce kilometre uçan bir kuş gibi davranıyor? 

Yukarıda binlerce yıllık evrimin sonucuyuz demiştim ya, aslında değiliz. Bizler hala ilkel primatlar gibiyiz.

Vahşi duyguları olan, başkalarını düşünmeyen memelileriz.



İşte bu yüzdendir ki, bizden bu dünyaya yarar gelmeyecek. Öldüğümüzde bile.

5 Eylül 2018 Çarşamba

Lost Çok Bozdu

Bazen neler olacağını kestiremiyorum. Cidden her şey anlamsız geliyor.

Böyle olduğum yerden havalanıp yerdeki insanlara ve kendi benliğime bakıyorum.

Yukarıdan o kadar minik ve önemsiz görünüyorlar ki.

İşte günümüz insanındaki en büyük sorun bu. Herkes bu lanet olası gezegende kendini çok önemli sanıyor.

Sosyal medya insanların kendilerinin sahte  yüzlerini  göstermek için kullandığı bir yer oldu. Çıkış noktası bu değildi halbuki.

Gerçekten yüz yüze tanıdığım insanlara bakıyorum, sosyal medyada "ben mutluyum ben coolum" modundalar ama kamera kapanıp telefon cebe atıldığında o mutsuz ve ezik insan çıkıyor ortaya.

Hepsinin bu sahte yaşantısından kurtulmak istiyorum derken aynı şeyleri benim de yaptığımı fark ettim.

Bu bir virüs işte. Herkesi her şeyi etkiliyor. En yapmayacak kişi bile yapıyor.

Kendimizi çok önemli hissediyoruz, gelen bir beğeni bizi güldürüyor, gelen bir olumlu yorum egomuzu kabartıyor. O yüzdendir ki sokağa çıktığımızda herkes kendini bir bok sanıyor.

Evde hiç soğan ekmek yememişcesine kasılmalar, sanki osmanlı hanedan üyesi gibiymişcesine asil davranmalar.

Kendileri bunu böyle görürken dışarıdan sonradan görme zengin olmuş bir köylü gibi olduklarından haberleri yok tabii.

Bundan 15 yıl önceki arkadaşlıkları anımsıyorum, daha gerçekçi ve sade idi. Samimiyeti hakkında hiç kuşkum yok. İnsanlar daha saf duygulara sahipti. Ne zaman teknoloji hayatımıza girdi işte o zaman bir şeyler yanlış gitmeye başladı. Biz çok bozduk. Belki de Lost'tan daha çok bozduk. Gerçi onda John Locke vardı ama.

Herkesin hayatında bir şeyleri bozan bir John Locke var işte. O bozunca her şey ardı ardına geliyor.

1 koyun uçurumdan atladı diye bütün sürünün telef olması gibi, birbirinin kopyası insanlar olup çıktık.

Tepkiler aynı, zevkler aynı, herkes aynı.

Bu aynılıktan sıyrılıp kendimi bir yerde izole etmem gerek. Yoksa cidden kafayı yiyeceğim.










3 Eylül 2018 Pazartesi

Hiç.

En son 2 yıl önce yazmışım. O 2 yılda kişisel gelişimimi tamamlamaya çalıştım. o 2 yılda bir şekilde bu hiçliğin içinde kendimi bulmaya çalıştım. Çok insan tanıdım, çok kadınla beraber oldum, bazıları o hiçliğime yaklaşmaya çalıştı ama sadece çalıştı. Dokunmaya çalıştıkları an yok oldular ve gittiler.

Şuan bu satırları yazarken arka planda Tool- Parabola çalıyor. Orada bir söz var ;

"this body. this body holding me. be my reminder here that i am not alone in
this body, this body holding me, feeling eternal all this pain is an illusion...
of what it means to be alive"

"Bu beden, bu beden beni tutuyor, bana hatırlatıyor bu bedende yalnız değilim, Bu vücut, beni tutan bu vücut  sonsuz hissediyorum bütün bu acı hayatta olmanın bir illüzyonu"

2 yılda çok insan harcadım. Sanki bir sigara paketindelermiş  gibi. Her nefes aldığım biraz daha tükendiler ve sonunda izmarit haline geldiler. Bazılarının izmaritini yere attım, bazılarının kül tablasına. Herhalde kül tablasına attıklarıma daha çok değer veriyordum.

Mesela bir kadın vardı, gözlerine baktığım an onun yıkımım olacağını ve mahvedeceğini görüyordum. Ona rağmen ona yaklaştım, sanki vücudu ateşten yapılmıştı ben ise buz. Onu her öptüğümde buzlarım eriyordu onun da ateşi bir nebze azalıyordu. Bu zıtlık ilişkisi bir yere kadar gitti tabii. O sönmeye ben erimeye başladığım an terk ettim. Arkamdan dönmedi tabii.

Bir gece, dolunayın olduğu bir gece. Galiba o günler rastgele de olsa böyle seçiyorum, sahilde yürüyorum. Saat 00.00'da başladığım yürüyüş saatlerce sürdü. Yürürken düşündüm.

Aslında ben hiçlik miydim? Hiç olarak doğuyoruz. Adımız, dinimiz, siyasi görüşümüz ve tercihlerimiz olmadan.

Yıllar geçtikçe o hiçlik yavaş yavaş kayboluyor. Önce bir isim koyuyorlar bize. Sonra dinimiz belirleniyor, ilerleyen yıllarda siyasi görüşler ve tercihlerimiz beliriyor. Bizim en mutlu olduğumuz an bana göre o hiçlik zamanları. Ne endişe edeceğimiz bir siyasi görüş ne de bizi sarması gereken bir din var. Ne bileyim faşist değilsin, sosyalist değilsin, vegan değilsin, etçil değilsin kısaca hiçbir şey değilsin.

Hiçliğinden kurtulmaya başladığın an sorunlar baş gösteriyor. Tercihlerini ona göre yapmaya başlıyorsun.

Hayatın şekilleniyor. Okuduğun okul sana bir şey katıyor, iletişim kurduğun birisi, ilk sevdiğin kadın-erkek. Behzat Ç'de bir söz vardı ;

"Her temas iz bırakır"

Öyle de oluyor. Tanıdığım her insan bende biraz iz bıraktı. Soyunduğumda aynaya bakıyorum ve onların el izlerini görüyorum. Bazıları popomu daha çok seviyordu tabii.

Ben bir kadınla tanıştım. O kadında kendimi gördüm. O yıkılmışlık o tükenmişlik. Gözleri çok güzeldi, denizin akşam üstü köpürdüğü bir an olur. Özellikle burada, Kuşadası'nda. Lacivert desen değil mavi desen değil. Onu ilk gördüğüm an gözlerinde kayboldum ve hala çıkamadım sanki. Dudağını ilk öptüğüm an, 2 yıldır atmayan, çalışmayan kalbim çalışmaya başladı sanki. Bir anda daha hızlı kan pompalamaya başladı, kendimi daha mutlu daha enerjik hissediyordum. Onun o ipeksi tenine dokunmak sanki ruhani bir aydınlanmaydı.

Günler geçti, o benim hiçliğime gelemedi. Gitmek istedi ve gitti.

Yılları çok net anımsıyorum. Bunun tanrının bana verdiği bir ceza olduğunu düşünüyorum. Onla ayrıldığımız günü o kadar net hatırlıyorum ki, yağmurlu bir Eskişehir gününde, onu dudağından değil, dudağının kenarından öperek bırakmıştım.

Çünkü dudağını öpseydim gidemezdim. Velev ki gittim. Aradan yıllar geçti. Ben yine kayboldum kendi içimde. O dışarda bir yerdeydi. Hala oralarda bir yerlerde gerçi. 

O zaman 20'li yaşlara yeni girmiştim.

Şuan 30 yaşındayım. Aradan geçen bu 10 yıl diğer beni öldürdü ve yenisi ortaya çıktı. Her yıl düzenli olarak ölüyorum aslında. Lanetlenmiş bir prometheus gibi. O her gün ölürken ben her yıl ölüyordum. Deri değiştiren bir yılan gibi de görünüşümü değiştiriyordum. Saçımı uzundu ondan ayrıldığımda, ondan ayrıldıktan sonra o güzel saçımı komple kazıttım. Onun bu saça dokunmuş olma hissi beni üzüyordu. Aynaya baktığımda artık temizlenmiş hissediyordum. 

O gitmişti. Ben yeni hiçliğimde dolanıyordum.

Ben bir kadınla tanıştım.

İzmir'e, benim en nefret ettiğim yere gittim onunla görüşmek için. Orada o kadar kötü anım vardı ki. Onun varlığı beni o şehre bağlıyordu. Onu görmedim, ayak seslerini duydum ilk. Hani olur ya, her şey susar bütün sesler kesilir ve hayat daha yavaş akmaya başlar, o gelenin o olduğu o kadar barizdi ki. Ayak seslerini duydum, topuklu bir bot giymişti. Saçları kestane gibiydi. Kokusu.. kokusu ise anlatamam onu. Sanki en kutsal en gizli bir esans gibiydi. Bana sarıldığı an burnum saçlarına gitti. o kokuyu daha çok hissetmeliydim. O koku daha sonra benim yine hiçliğimde kaybolmamı sağlayacaktı.

O insanla inişli çıkışlı tam 6 yıllık bir münasebetim oldu. Buna denecek en iyi tanım bu. "münasebet"

Ona bakarken bazen içini görüyordum. İçindeki "onu". O kadar saftı ki. Eğer onu avucuma alırsam ellerimi yakacak derecede bir saflıktı bu.

Aradan yıllar geçti, biz hep kaybolduk. O kayboldu ben kayboldum.  Tam 450 gün görüşmedik ve sonunda birbirimizi bulduk. Hiçlik, her şey ile karıştı tekrar. Ben ne kadar hiçlik isem o bir o kadar her şey idi.

Her şeyden birazdı. 

O kadınımdı.
Ama değildi de.
O kaybolmuş çocukluğumdu.
Ama değil de.
O dokunmaya kıyamadığımdı.
Ama değil de.
O gülümsememdi.
Ama değildi de.

Bunların hepsini bana yaşatandı. Ben ne zaman kaybolsam onu limanım olarak görürdüm. Böyle kayalı bir limanda, minik bir deniz feneri bulunan liman. Ne yaparsam yapayım kimle olursam olayım o limana dönüyordum. Yaralarımı sarardı, onarırdı beni. 

Ben bu sefer bir kadınla tanışmadım.

Kapadım kendimi insanlara. Bir şekilde soyutladım. Yola düştüm bu arada. Yol bana öğretti. 

Hani o bizim yeni yetme çakma hippielerin sözü var ya " Mutluluk paylaştıkça  çoğalır"

İşte ona inat paylaşmadım kimseyle mutluluğumu. Ben zaten zor mutlu oluyorum, bir de onu hak etmeyen, ağzıma sıçacak biriyle neden paylaşayım? manyak mıyım ben?

Otostop çektim, otogarlarda yattım, -30 derecede bir mat üzerinde uyudum. İliklerime kadar üşüdüm.

Binlerce kilometre yaptım, yeri geldi 3 gün yemek yemedim. Hiçliğimde o kadar mutluydum ki, beni bıraksalar yine öyle yaşardım.

Saçım yine uzadı, sakalım da öyle. Yıllar beni daha aksi bir adam yaptı. Daha inat bir adam yaptı.

Hiçliğimde kaybolurken benliğimi de kaybettim. Aynaya baktığımda suratsız ve duygusuz bir varlık görüyorum. Daha mutlu muyum? evet. Tüm o safsatalara rağmen mutluyum. Coldplay'in bir şarkısı vardı. 
https://www.youtube.com/watch?v=qhIVgSoJVRc

Klibinde bir insan zamanla siliniyordu. Ben sonunda onun acı dolu suratını kendime uyarladım ve eğer yok olursam bunu gülerek başaracağımı hayal ettim. Evet ben artık yok oldum. Yanan ve biten bir kibrit gibi. Artık yokum veya yoktum.

Yazımı sonlandırmaya yakınlaşıyorum artık. Beynim bu gece daha iyi çalışıyor, artık daha sık yazacağım.

30 yaşıma girdiğim şu günlerde hayat beni daha sert daha duygusuz ama daha net bir insan yaptı. Hiçliğimde kendimi buldum, bazılarını o hiçlikte kaybettim, bazılarını o hiçlikte unuttum.

Artık yolumda tek başımayım. 

Peki siz?






































3 Temmuz 2016 Pazar

Olmadı, Olduramadım.

Hayat dediğin o kadar garip bir şey ki, anlayamıyorsun. Bu bloğu taa ilk sevgilimden ayrıldığımda açmıştım 2009'da. 7 yıl geçmiş. 7 yılda hayatımdaki bütün kadınlar burada yer aldı. Hepsinin acısını burada yaşadım resmen.

Hepsini burada unuttum.

Asla okumayacakları şeyleri yazdım buraya. Okusalar fikirleri değişir miydi?

Bilmiyorum.

Olmadı işte, olduramadım diyorum bazen.

Çok çabalamak işe yaramıyor. Sevmek de işe yaramıyor. Yarasaydı beni severdi.

Sevmedi lâkin.

Dokurdu bana.

Dokunmadı...

Bana sevecen gözlerle bakardı.

Bakmadı.

Daha ne yapabilirdim ki? Hiçbir şey.

Olmuş bitmiş bir şey işte. Oldu ve bitti.

Bütün gerçekliğiyle gözümün önünde duruyor hepsi.
Geçen koskoca yıllar birer yalanmış, her şey zaten yalan değil midir aslında? biz onları görmek istediğimiz şekilde görür ve yorumlarız.

Sonra maskeleri düşer ve görürüz gerçekliklerini.

Gördük de.

Dediğim gibi, olmadı, olduramadım.

22 Nisan 2015 Çarşamba

Ne Gerek Var Böyle Şeylere?

                                             Arka planda Damian Marley çalıyor.
Nefret ediyorum bazen senden, kendimden. Bir veba gibi sardın beni. Yıllarımı aldı senden kurtulmak

Lâkin en sonunda kurtulduğumda gün ışığına çıkmış inekler gibiydim, bilirsin, hayatları boyunca ağırdan başka yer görmeyen inekleri geçen yıllarda doğaya salmışlardı. İlk başta karanlığa alıştıkları için garipsemişlerdi ama sonra koşa oynaya koşturmaya başlamışlardı. Senleyken o kadar çok karanlıktı ki hayatım. Bir yandan mutluydum bir yandan ölümüne mutsuzdum. Bir çıban gibi sarmıştın en güzel yerimi, kalbimi. Sen vardın orada. Sultan Selim'e musallat olan çıban gibi.

Heyhat be kadın. Dünya ne ona kaldı ne de bana kalacak. Sen beni öldürmeden ben seni öldürdüm lâkin.

Nasılsın görüşmeyeli? İyisindir umarım. O "adam" sana iyi bakıyordur. İyi hissettiriyordur seni. Alınan ilk doz kokain gibi uçuyormuş gibi hissedeceksin ama Shakespear'in de dediği gibi " Aşık olduğun insanın aslında kuğu değil de karga" olduğunu anlayacaksın fakat iş-işten geçecek. Ben artık yokum, sen de yoksun.

Aradan 10 yıllar geçecek, geçmişe dönüp baktığımda " en azından iyi ayrıldık" diyebileceğim.

Hayatından gittiğimde ne kavga etmiştik ne de birbirimize küstük.

Ben sadece yok olmak istedim, biliyorum bazen sen de istiyordun.

Ben de çıbandım aslında sen de.
Ne zaman bir adamı sevecek olsan ortaya çıkacak bir çıban.
Ne gerek var böyle şeylere? demiştim en son buluştuğumuzda.
Harbi ne gerek var?
Hiç...